"Modern Barbarlar"

- Bu makale ulusal çapta yapılan 25. Türkiye Felsefe Olimpiyatı için okul temsilciliği olmak adına elemeleri kazanan makalemdir. -

"Modern Barbarlar"

Tan Yıldız


Tarihin ücra köşelerine uzanan geçmiş devirlerde Antik Yunanlıların yabancılara karşı tutumları hakkında klasik bir aforizma vardır, bu da kendi medenî şartlarını merkeze alan ve insancıl değerler bakımından kendini daha üstün varsayan bir tutumdur. Buradaki klasik aforizmanın çağrıştırdığı terim de anlaşılmayan dillerinden dolayı yabancılara atfedilen Barbar sözcüğüdür. Aydınlanmadan beri süregelen sabit ilerlemeye dayalı doğrusal tarih anlayışı geleneğine bakacak olursak bu tür dışlayıcı ve ayrıksıcı tutumların ortadan kalkmış olması beklenmesi gerektiğine rağmen günümüzün küreselleşen dünyasındaki genel geçer söylemler arasında aynı kafa yapısının izlerini sürmek zor değildir.


Aydınlanma döneminde Platonculuğun idealarında saklı olan mutlak doğruculuk ve Aristoteles’ten Aquinas’a kadar uzanan teolojik bir kesinlik üzerine kurulmuş olan Hristiyan Batı uygarlığı yapısöküme tabi tutulmuş ve Rönesans’ın insancıl değerlerinin evrenselleştirilmesi ve önce Descartes, sonra da La Mettrie ile gerçekleşen bir dünyevileşmenin sonucunda yeni bir uygarlığın temeli atılmıştır. Adeta yeni bir paradigma içine girmiş olduğunu düşünen Batı medeniyeti artık misyonunu da dünyevileştirerek hürriyet ile hoşgörü üzerine dayalı evrensel insan haklarını korumak ve yaymak olarak ilan etmiştir. Fakat kendi, tarihsel koşullara da büyük ölçüde bağıntılı olan, sosyokültürel standartlarını evrensel doğrular olarak belleyerek bu standartları yoksun ve “geri” toplumlara yaymayı mission civilsatrice olarak ilan eden bir dünya görüşü gerçekten hoşgörülü olabilir mi? Olup olmaması bir kenara bırakarak çağımıza kadar dünyayı küreselleştirmiş, tüm partikülarizmleri ortadan kaldırma eğiliminde olmuş ve tüm topluluklardan insanları eşit tanımış, tek tip bir homo economicus yaratmış olan bu Aydınlanma geleneğinin evrenselciliği adeta tüm küreye hegemonya kurmuş bulunmaktadır. Sözde hoşgörü adına hoşgörüsüzlüklere karşı hoşgörüsüz olunmuş, “hürriyet” ve “insanlık” düşmanları ortadan kaldırılmıştır. İşte adeta bir Aydınlanma emperyalizmi denilebilecek bu hegemonyanın bir milyonlarca ağzından birinin sesidir Stokes’in bahsettiği “geniş” ve “dar” dünya söylemleri. Bir taraftan tüm dogmaları lağvetme misyonu ile şekillenmiş bir felsefeye sahip olan Aydınlanmacı dünya görüşünün yıkıcı skeptisizminin içinde bir açık fikirlilik ve hoşgörü görür iken öbür taraftan da aynı misyonu paylaşmayan, “eski” dünyaya ait olan “geri” ülkelere açılmanın sorunsal olduğu ortaya konuluyor. Batı Dünyasını 20. Yüzyılın ortalarından beri kasıp kavuran postmodernist ve yapısökümcü yeni bir anlayış bu Aydınlanmacı dünya görüşünü Horkheimer ve Adorno’nun “Aydınlanmanın Diyalektiği” adlı eserinden beri içeriden kemiriyor olmasına rağmen günümüzün küresel dünyasının temelini oluşturan felsefe hala “medeni” olan ile “geri” olanın ayrıldığı ve üstün olan değerleri evrenselleştirme misyonunda olan bir felsefedir. İster reaksiyoner unsurlar tarafından, isterse de postmodernist unsurlar tarafından eleştirilere dayanıklı olan bu felsefe kendini içinde bulunduğu Antik Yunan aforizmasının farkına varmamıştır. Teolojik mutlak doğrulardan aynı derecede temelsiz olan insancıl mutlak doğrulara geçmesine rağmen kendi dünya görüşünün kesinliği hakkında en ufak bir şüphesi yok, dünyanın çeşitli kültür ve toplulukların zaman ile geliştirmiş olduğu, ve hatta Aydınlanmadan daha derin bir felsefeye sahip olan dünya görüşlerine karşı da en ufak bir hoşgörüsü yoktur. 


Felsefede mutlak doğruların olmadığını, kümülatif olduğunu ve her düşünürün ele alınması gerekliliğini günümüz akademiyası ne kadar tekrarlarsa da benimsediği felsefe ile olayları ele aldığı bakış açısı kendi sözde skeptiklik ve tarafsızlık ilkelerine karşıt düşer. Fakat burada benimsenilmesi gereken ne hakiki bir tarafsızlık ne de daha yıkıcı bir skeptisizmdir. Tam tersine kültürler ile dünya görüşlerinin nasıl organik bir şekilde geliştiğini ve rasyonel bir şekilde belirlenebilecek mutlak standartlar yerine insanlığın sosyokültürel sahasında insan doğasının ve farklı kültürel oluşumların nasıl bir rol oynadıkları anlaşılmalıdır. Bu ilkeler tanınmadıkça medeniyetler her daim ilerleme içinde olduklarını düşünen doğrusal bir tarih anlayışında kendi medeniyetinden önceki medeniyetlerin yanlışlığı üzerine kurulu dünya görüşü ile ilelebet “medeni” ile “barbar”ın çatışmasını sürdürecektir.


Comments

Popular Posts